Teknoloji

The Precinct – İnceleme

Beklentiler bir oyuna olan bakış açınızı ne kadar değiştirir? Çünkü ben The Precinct’i ilk duyurulduğu günden beri bekliyorum. Bu da yaklaşık iki senelik bir süreye tekabül ediyor. Ara ara yayınlanan oynanış videoları ve fragmanlar sayesinde oyuna karşı olan heyecanım bu iki yıl içerisinde daha da körüklendi. Fakat üzülerek söylüyorum ki The Precinct, benim hayal ettiğim oyun değilmiş. Daha çok hikaye odaklı bir polis simülasyonu bekliyordum. Evet, oyunun bir hikayesi var; ama The Precinct, hikaye tarafına odaklanmaktan ziyade simülasyon tarafına ağırlık vermiş. Peki, bu onu kötü bir oyun mu yapıyor?

The Precinct, 1980’lerin neon ışıkları ve puslu havaları altında geçen, her bir köşede suçun kol gezdiği bir şehir olan Averno City’de geçiyor. Bariz şekilde New York’tan esinlenilmiş bu şehir, harika bir atmosfer sunuyor. Özellikle geceleri devriye atmaya çıktığımda sürekli etrafı izliyorum. Işık oyunlarını gerçekten çok iyi yapmışlar. Neon tabelaların yerdeki su birikintilerine yansıması, araba farlarının ıslak asfaltta kırılarak yayılması… Kısacası insanın baktıkça bakası geliyor. Uzun zamandır bu kadar etkileyici bir atmosferin içine girmemiştim.

Hikaye tarafında, çaylak bir polis memuru olan Nick Cordell Jr.’ı kontrol ediyoruz. Akademiden yeni mezun olmuş olan Cordell’in ilk iş gününde oyuna başlıyoruz. Daha ilk günümüzde, başkomiserimiz tarafından (umarım rütbe sistemi onlarda da aynıdır) öğreniyoruz ki, babamız bu karakolda görev yapmış, son derece saygı duyulan ve sevilen bir polis memuruymuş. Ancak ne yazık ki, görev başında hayatını kaybetmiş ve katilleri bir türlü bulunamamış. Durum böyle olunca da, ister istemez babanızın yerini doldurma sorumluluğunu sırtlanıyorsunuz. Bu vicdani yükün yanında, oyunun asıl hikayesi ise şehirdeki iki büyük suç organizasyonunu yakalamak üzerine kurulu. Hikayenin sunumu slayt gösterisi tarzı sıra ile konuşan karakterler şeklinde yapılıyor. Üstelik karakterler de klasik Amerikan polis filmlerinden fırlamış gibi: klişelerle dolu, derinlikten yoksun tiplemeler. Kısacası The Precinct, ne etkileyici bir hikayeye ne de özgün bir sunum tarzına sahip. Bu durum, benim için açıkçası ciddi bir hayal kırıklığıydı. Fakat kabul etmek gerekir ki, oyunun asıl amacı size sinematik bir hikaye anlatmak değil, gerçekçi bir polis simülasyonu deneyimi sunmak.

Oynanış kısmında, yaratmak istedikleri simülasyon deneyimini oldukça başarılı şekilde yansıtıyorlar. Her yeni güne başlarken karşınıza dört farklı devriye seçeneği çıkıyor. Bu seçenekler her gün rastgele değişiyor, ancak oyunda ilerledikçe bu devriyeleri istediğiniz gibi özelleştirme şansı elde ediyorsunuz. Temelde üç farklı devriye türü bulunuyor: yürüyerek devriye, araçla devriye ve helikopterle devriye. Helikopter seçeneği, oyunda belirli bir aşamaya geldikten sonra aktif hale geliyor. Devriye türünü seçtikten sonra, hangi bölgede devriye atacağınızı ve bu devriyenin amacını belirliyorsunuz. Tabii ki, bu özelleştirmelerle sadece siz uğraşıyorsunuz; isterseniz hazır devriye görevlerinden birini seçip direkt göreve de çıkabiliyorsunuz. Ancak dürüst olmak gerekirse, devriye amaçları arasında pratikte pek bir fark hissedemedim. Hangi amacı seçerseniz seçin, şehirde karşınıza çıkan her suça müdahale etmek zorunda kalıyorsunuz. Yani park cezası kesmek için çıkmış olsanız bile, köşede bir soygun varsa devreye giriyorsunuz. Bu biraz gerçekçilik katıyor belki ama görev farklılıklarının etkisini azaltıyor. Şimdi, oynanışı daha iyi açıklayabilmek adına devriye türleri üzerinden gitmek daha iyi olur diye düşünüyorum.

The Precinct, üstten bakış açısıyla oynanan bir oyun. Bu kamera tercihi, çevreye ve gelişen olaylara çok daha rahat hakim olmanızı sağlıyor. Yürüyerek devriye attığınızda, şehrin o dumanlı ve puslu atmosferi adeta ciğerlerinize doluyor. Bu devriye türünde asıl amaç genellikle park cezaları kesmek ve vatandaşları kontrol etmek üzerine kurulu. Park cezaları kısmı oldukça basit. İnsanlarla muhatap olmadan direkt cezayı aracın camına yapıştırıyorsunuz. Ancak vatandaş kontrolü kısmında işler biraz daha gerilimli hale gelebiliyor. Kimlik sorgusu için çevirdiğiniz bir kişi eğer suçluysa, bir anda kaçmaya çalışabiliyor, size saldırabiliyor, hatta silah çekebiliyor. Bu anlar oyuna beklenmedik bir gerilim ve dinamizm katıyor. Yakın dövüş sisteminin basitliği nedeniyle dövüşler çok tatmin edici olmasa da, kaçanları sokak sokak kovalamak ve sonunda üstlerine atlayarak kelepçeyi takmak gerçekten keyifli hissettiriyor. O suçluyu yere yatırıp kelepçeyi taktığınız an, “ömrün çürüyecek hapiste” dedirten bir tatmin sunuyor. Özellikle silahlı çatışmalar, yakın dövüşün aksine çok daha başarılı şekilde tasarlanmış. Sipere girmediğiniz sürece çabucak ölüyorsunuz. Silahların geri tepmesine de dikkat etmeniz gerekiyor. Dikkatsiz oynarsanız, cephaneniz bitmiş halde ortada kalıveriyorsunuz. Bu da çatışmalara dikkatli ve temkinli yaklaşmanız gerektiğini hissettiriyor. Girdiğim her çatışmadan ve kovalamacadan ciddi anlamda keyif aldığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Araçla devriye atmak, temel olarak yürüyerek devriyeye oldukça benziyor. Bu modda hız sınırlarına dikkat ediyor, tıpkı kimlik kontrolü yapar gibi plakaları sorgulayabiliyorsunuz. Tespit ettiğiniz bazı suçlular kaçmaya çalışıyor, bazılarıysa kaderine razı oluyor. Mekanik olarak basit ama tematik olarak oldukça güzel bir deneyim sunuyor. Bu noktada araç kontrollerine değinmemek olmaz. The Precinct, bir simülasyon oyunu olma iddiasıyla yola çıktığı için gerçekçi bir sürüş deneyimi sunmak istiyor. Ancak dürüst olayım, bu konuda yarı yolda kalmışlar. Araba sürüşü kesinlikle keyifli. Hatta zaman zaman bir yarış simülasyonu gibi hissettiriyor. Bazı keskin virajlara yarım gaz girmeniz, arabayı savurmamak için ağırlık transferine dikkat etmeniz gerekebiliyor. Bu detaylar güzel düşünülmüş. Fakat işin fiziğe bakan kısmı tam anlamıyla berbat. Arabalar sürerken ağırlığını hissettiriyor evet, ama bir kaldırıma ya da küçücük bir objeye çarptığınız anda sanki kartondan yapılmış gibi zıplıyorlar. Bu saçmalıklar, hele ki oyunun büyük bir kısmının araç kovalamacaları üzerine kurulu olduğunu düşünürsek, bir yerden sonra can sıkıcı olmaya başlıyor. Cidden merak ediyorum: yapımcı ekipten kim “Araba kontrolleri Forza Motorsport gibi olsun, ama fizik motorunu Watch Dogs: Legion’dan alalım” dedi? Kimse durup da “Dostlar bu cümledeki çelişkiyi fark ettiniz mi?” demedi mi? Çünkü ortaya çıkan sonuç tam olarak bu. Kaliteli sürüş hissiyatı ile berbat fizik motoru arasında sıkışıp kalmış bir deneyim. Ve maalesef bu da oyunun en çok zaman geçirilen kısmını baltalıyor.

Helikopterle devriye kısmında yapabileceğiniz tek şey, kaçan araçlara tepeden spot ışığı tutmak ve sürekli destek çağırmak. Olayı basitçe özetlemek gerekirse, siz yukarıdan işaret ediyorsunuz, karadakiler işi hallediyor. Aslında bu destek çağırma sistemi sadece helikopter devriyesine özgü değil. Yürüyerek ya da araçla kovalama yaparken de her an destek isteyebiliyorsunuz. Oyunun başlarında bu sistem oldukça kısıtlı. Birkaç temel çağrı hakkınız var. Ancak oyunda ilerledikçe, destek seçenekleri çeşitleniyor. Engel kuran ekipler, takviye araçlar, yola çivi tuzağı atan birimler gibi daha fazlasına erişim sağlıyorsunuz. Bu, oyunun taktiksel yönünü destekleyen güzel bir detay. Ama işin geldiği noktada en büyük problem, sahneye çağırdığınız destek kuvvetlerinin zeka seviyesinin alarm veriyor oluşu. Cidden, Averno City’nin polisleri sanki karakol yerine donut dükkanında eğitim almış gibi davranıyor. Altı polis arabasıyla tek bir suçlunun peşine düşseniz bile, hala o arabayı bir yere kıstıramıyorlar. Sürekli çarpıyorlar, yön şaşırıyorlar, hatta bazen kendi aralarında kazaya karışıyorlar. Hal böyle olunca da, tüm mekanikleri destek çağırmaya dayalı olan helikopter devriyesi keyif vermekten çok sinir bozuyor. Yukarıdan olaylara hakim olmanın cazibesi, yerdeki ekiplerin saçlaması sayesinde tamamen boşa gidiyor. Oyunun en stratejik ve farklı olabilecek kısmı, kötü bir yapay zeka yüzünden potansiyelini harcıyor. Ayrıca hangi devriye türü olduğu fark etmeksizin oyun daha beşinci saatinde tekrara düşmeye başlıyor.

The Precinct, bu devriyeler haricinde haritada da ufak tefek yan etkinlikler barındırıyor. Gizli bir polis olarak yasa dışı sokak yarışı yapanların arasına karışmak gibi güzel düşünülmüş yan görevler var. Bir de her devriye sonucunda elde ettiğiniz deneyim puanlarını harcamanız için bir yetenek ağacı var. Klasik can arttırma, mermi arttırma gibi her oyunda gördüğümüz yetenek ağacı ile aynı yükseltmeler var.

Sonuç olarak, yaklaşık iki yıldır büyük bir heyecanla beklediğim The Precinct, maalesef benim için ciddi bir hayal kırıklığına dönüştü. Hikayenin neredeyse tamamen arka planda kalması, devriyelerin kısa sürede kendini tekrar etmeye başlaması ve özellikle araç fiziklerinin felaket düzeyde olması, oyunun güçlü yanlarını görmemi ciddi anlamda zorlaştırıyor. Başına büyük bir heves ile oturduğum bu oyunun başından büyük bir kalp kırıklığı ile kalkıyorum. Belki de oyun dünyasında “harcanan potansiyeller mezarlığı” diye ayrı bir bölüm açmamız gerekiyordur. The Precinct de kürek vurduğumuz ilk mezar olmaz, ama taze taze gömülenlerden biri olduğu kesin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu